Главная   Куръан   Тафсир   Медиа
Home Вы тут уже: дней
Главная » 2008 » Февраль » 25 » Толкование Корана на турецком - 2 часть
17:15
Толкование Корана на турецком - 2 часть
2)
KUR'AN-I KERİM'İ NASIL TEFSİR ETMELİYİZ ?

Müellif:

Muhammed Nâsıru'd-Din el-Elbânî


SORU 6:"Kim İslamdan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz."  âyet-i kerimesi ile"iman edenlerle yahudiler, sabiîler ve hristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman edip, iyi amellerde bulunursa onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir." (el-Maide, 5/69) âyetlerini birarada doğru bir şekilde nasıl anlayabiliriz?
CEVAB: Sorudan anlaşıldığı şekliyle iki âyet-i kerime arasında çelişki (tearuz) yoktur. Çünkü birinci âyet olan "İslam âyeti" yüce Allah'ın ikinci âyet-i kerimede kendilerini:"Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir."  diye nitelendirdiği o kimselere İslam davetinin ulaşmasından sonradır. Bu kimseler arasında yüce Allah sabîileri de sözkonusu etmiştir. Sabîilerin sözkonusu edildikleri yerde hatıra ilk gelen onların yıldızlara tapan bir kavim olduklarıdır. Fakat gerçekte onlar önceleri tevhid ehli iken sonradan şirke düşmüş herbir topluluğun adıdır. Buna göre sabîiler önceleri muvahhid kimseler idi. Daha sonra şirk ve yıldızlara ibadet aralarında görülür oldu. Bu âyette kendilerinden sözedilen kimseler mü'min ve muvahhid olan kimselerdir. Bunlar ise İslam davetinin gelmesinden önce böyle idiler. Yani onlar bu yönleriyle yahudiler ve hristiyanlar gibidir. Yahudi ve hristiyanlar da sabîilerin sözkonusu edildiği aynı çerçevede zikredilmektedir. Burada sözü edilenler vaktiyle kendi dinlerine sıkı sıkıya sarılmış olanlardır. O halde bunlar da"onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir"  diye sözedilenlerdendirler.
Fakat yüce Allah Muhammed (s.a)'ı İslam dini ile gönderdikten ve İslam daveti yahudi, hristiyan ve sabîi olan bu insanlara ulaştıktan sonra onlardan İslam dininden başkası kabul edilmez.
Buna göre yüce Allah'ın; "Her kim İslam dininden başka bir din ararsa" buyruğu İslam dininin Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a)'ın dili ile tebliğ edilmesinden ve İslam davetinin o kimseye ulaşmasından sonra ondan İslam dininden başkası kabul edilmez demektir.
Rasûlullah (s.a)'ın İslamı getirmesinden önce bulunanlar yahutta bugün yeryüzünde İslam daveti kendilerine ulaşmamış olanlar yahut İslam daveti kendilerine ulaşmış olmakla birlikte temelinden ve gerçek şeklinden tahrif edilmiş surette ulaşmış olanlar örnek gösterilebilir. Nitekim bir vesile ile örnek olarak Kadıyanilerden sözetmiştim. Bunlar günümüzde Avrupa ve Amerika'da birçok yere yayılmış ve İslama davet etmektedirler. Fakat onların davet ettikleri İslam ile Allah'ın dini olan İslam arasında hiçbir alaka yoktur. Çünkü onlar Peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a)'dan sonra başka peygamberlerin geleceğini de kabul ediyorlar. İşte Kadıyani İslama davet edilip, hak olan İslamın daveti kendilerine ulaşmamış bulunan bu Avrupalı ve Amerikalılar iki kısma ayrılırlar:
Bunların bir bölümü önceki bir din üzeredirler ve bu dine sımsıkı sarılmaktadırlar. İşte:"Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmezler de."  âyeti buna göre yorumlanır.
Bir bölümü ise -günümüzün müslümanlarının çoğunun hali gibi- bu hak dinden sapmış bulunuyorlar, bu gibi kimselere karşı delil gereği gibi ortaya konulmuştur.
İslamdan önce ya da sonra İslam davetinin mutlak olarak kendilerine ulaşmadığı kimselere gelince bu gibi kimselere ahirette özel bir muamele yapılacaktır. O da şudur: Yüce Allah onlara diğer insanlar dünya hayatında sınandıkları gibi kendilerini sınamak üzere bir rasûl gönderir. Kıyamet günü arasatında o rasûlün çağrısını kabul edip ona itaat eden kimse cennete gider, ona isyan eden kişi de cehenneme girecektir.(1)
_______________

SORU 7: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Onu anlayamasınlar diye kalblerine perdeler, kulaklarına ağırlık koyduk."  (el-En'am, 6/25) Bazı kimseler bu âyet-i kerimeden cebr (zorlama) kokusu almaktadırlar. Bu hususta sizin görüşünüz nedir?
CEVAB: Buradaki kılmak (mealde koymak) kevnî bir kılıştır. Bunu anlayabilmek için ilahi iradenin anlamını açıklamak gerekmektedir. İlahi irade iki kısma ayrılır: Şer'î irade, kevnî irade.
Şer'î irade: Yüce Allah'ın kulları için şeriat kıldığı ve onları yerine getirmeye teşvik ettiği farklı hükümleriyle itaatler ve ibadetlerdir. Farzlardan mendublara kadar bütün hükümlerdir. Bu itaat ve ibadetleri şanı yüce Allah irade eder, diler ve sever.
Kevnî iradeye gelince bu da bazan Allah'ın teşrî buyurmadığı fakat takdir ettiği şeylerden olabilir. Bu iradeye kevnî irade adının verilmesi yüce Allah'ın şu buyruğundan hareketledir:"O bir şeyi irade etti mi ona emri sadece ol demesidir. O da oluverir."  (Yasin, 36/82) Buradaki "bir şey" lafzı herşeyi kapsayan nekre (belirtisiz) bir isimdir. Bu ister itaat olsun, ister masiyet olsun. Bu da şanı yüce Allah'ın "ol" demesiyle olur. Yani onun iradesi, kaza ve kaderiyle meydana gelir. Bizler ister itaat, ister masiyet olsun herşeyi kuşatıcı bir özelliğe sahib olan bu kevnî iradenin ne olduğunu bildiğimize göre kaza ve kader konusuna gözatmamız kaçınılmaz bir hal almaktadır. Çünkü yüce Allah'ın:"O bir şeyi diledi mi ona emri sadece ol demesidir. O da oluverir."  buyruğunun anlamı şudur: Yüce Allah'ın kendisine "ol" dediği hususu mutlaka meydana gelmesi gereken mukadder bir emir olarak tesbit etmiş olur. Çünkü herbir şey yüce Allah'ın nezdinde bir kader iledir. Bu da aynı şekilde hem hayrı, hem şerri kuşatır. Fakat biz sakaleyn ile -Allah tarafından birtakım emirlere muhatab, mükellef olan insanlar ve cinler ile- alakalı olan bölümü bakımından bizim neler yapabileceklerimizi gözönünde bulundurmamız gerekiyor. Bizim yaptıklarımız ya katıksız olarak kendi irade ve tercihimiz ile ortaya çıkar yahutta bize rağmen olur. Bu ikinci kısım ile itaatin de, masiyetin de ilgisi yoktur. Bunun sonuncunda cennet ya da cehennem de sözkonusu olmaz. Şer'î hükümlerin kendisi ile alakalı bulunduğu husus ise birinci kısımdır. İnsanın cennet yahut cehennem ile karşılık görmesi sözkonusu olan da budur. Yani insanın iradesiyle yaptığı kendi kazanması ve tercihi ile çabalayıp durduğu hususlar dolayısıyla hesaba çekilir. Bu yaptıkları hayırsa hayır, karşılıklı şer ise şer karşılık görür.
İnsanın işlerinin büyük bir bölümünde tercihte bulunabilecek durumda olması şer'an ve aklen tartışılması sözkonusu olmayacak kadar açık bir gerçektir.
Şer'î bakımdan konuya bakacak olursak insanın emr olunduğu hususları işlemek ile kendisine yasak kılınan hususları da terketmekle emrolunduğuna dair kitab ve sünnetin nassları tevatür derecesindedir. Bu nasslar zikredilemeyecek kadar çoktur.
Aklî bakımdan konuyu ele alacak olursak heva ve özel maksattan arınmış olan her insan açıkça şunu görür ki kişi konuşunca, yürüyünce, yemek yiyince, bir şeyler içince, kendi tercihi çerçevesinde olan herhangi bir işi yapınca, kendi tercihiyle, kendi seçimiyle yapar ve bu hususta hiçbir şekilde mecbur edilmemektedir. Ben şu an için konuşmak istersem konuşurum. Tabiat-ı haliyle buna beni mecbur eden kimse yoktur fakat bu takdir edilmiş bir husustur. Bu sözümün anlamı da şudur. Bu takdir edilmiş olmakla birlikte yani benim söylediğim ve konuştuğum bu şeyleri kendi tercih etmemle birlikte takdir edilmiştir. Bununla birlikte ben, benim bu konuşmayı yapıp yapmamakta serbest tercih sahibi olduğum hususunda şüphede bulunan kimselere böyle olduğunu isbatlamak için konuşmayıp susabilirim.
O halde vakıa bakımından insanın tercih ve seçim sahibi olduğu münakaşa edilecek ve tartışılabilecek bir konu değildir. Aksi takdirde böyle bir konuda tartışan bir kimse aslında safsataya düşer ve apaçık gerçekler hususunda tereddütler uyandırmak ister. İnsan böyle bir aşamaya geldi mi artık onunla konuşmanın anlamı da yoktur.
O halde insanın amelleri iki kısımdır. İstek ve tercihi ile yaptıkları ve zorunlu olarak yaptıkları. Zorunlu olarak yaptıklarıyla ilgili bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur. Ne şer'î açıdan, ne de vakıa bakımından. Çünkü şeriat ancak istek ve tercih ile yapılabilen işlerle alakalıdır. İşte gerçek budur. Bu gerçeği zihnimize yerleştirdiğimiz takdirde o vakit az önce geçen:"... Kalblerine perdeler... koyduk."  (el-En'am, 6/25) buyruğunu da anlayabiliriz. Buradaki "koymak, kılmak" kevnî bir yaratmaktır. Daha önceki: "O bir şeyi diledi mi ona emri..." âyetini de hatırlamamız gerekmektedir. Buradaki irade ise kevnî iradedir. Fakat yüce Allah'ın kalblerine perde koyduğu kimselere rağmen bu perdeler konulmuş değildir.
Maddi açıdan buna örnek: İnsan yaratıldığında eti yumuşacık yaratılır. Sonra büyüdükçe eti sertleşir, kemiği güçlenir. Ancak bütün insanlar bu noktada eşit değildirler. Mesela şu insan ders ve ilme kendisini vermiş, bu insanın güçlenecek tarafı neresidir? Onun aklı güçlenir, dimağı, zihni meşgul olduğu cihet ile güç kazanır ve bütün çabaları ile ona odaklanır. Fakat bedeni açıdan vücudu güçlenmez, adaleleri gelişmez.
Bunun aksi de tamamen aksinedir. Burada da bütünüyle maddi alana odaklanmış bir kişi var. Hergün günümüzdeki ifadesiyle sportif çalışmalar yapmaktadır. Böyle birisinin adaleleri güçlenir, bedeni kuvvet kazanır. Kimi zaman vakıada, kimi zaman da fotoğraflarda gördüğümüz şekilde bir vücuda sahib olur. Mesela bu şampiyonların bedenleri bütünüyle adalelere dönüşür. Bu kişi böyle mi yaratıldı? Yoksa adale yoğunluğu fazla bu güçlü bünyeyi kendisi mi elde etti? Şüphesiz ki bu kendi kazancı ve tercihiyle ulaştığı bir sonuçtur.
İşte sapıklığında, inadında, küfür ve inkarında devam edip giden insanın örneği de aynen budur. Bu kişi sonunda "er-Ram" denilen noktaya ulaşır. Yüce Allah'ın onların kalbleri üzerinde yarattığı perdelenmeye kadar gelir. Bu Allah'ın bu işi ona dayatması veya onları buna mecbur etmesinin bir sonucu değildir. Bu ancak onların kazanç ve tercihlerinin bir neticesidir. İşte bu kâfir insanların kendi kazançlarıyla ulaştıkları bu kevnî yaratış budur. Onlar cahillerin kendilerine dayatıldığını vehmettikleri bu noktaya kendileri ulaşıyorlar. Gerçek şu ki bu durum onlara dayatılmamış, buna mecbur edilmemişlerdir. Bu tamamıyla onların kendi elleriyle kazandıklarıdır ve şüphesiz Allah kullara zulmetmez.

SORU 8: Mushafı öpmenin hükmü nedir?:

CEVAB: Bu bizim inancımıza göre: "Sonradan çıkartılmış işlerden alabildiğine sakının. Çünkü sonradan çıkartılmış herbir iş bir bid'attir ve herbir bid'at bir sapıklıktır."(1) ile: "Her sapıklık cehennem ateşindedir."(2) şeklindeki hadislerin bir bölümünü teşkil ettiği hadislerin genel çerçevesine girmektedir. Bu cüz'î mesele hakkında çoğu kimsenin özel bir tutumu vardır. Bunlar bunda ne var ki derler. Bu olsa olsa bu Kur'ân-ı Kerim'in tazim edildiğinin, tebcil edildiğinin dışa yansıtılmasından ibarettir. Biz de bunlara doğru söylüyorsunuz diyoruz. Gerçekten bu davranışta sadece Kur'ân-ı Kerim'in tazim ve tebcili sözkonusudur. Fakat acaba tazim ve tebcil ilk nesil olan Allah Rasûlünün ashabının farkına varmadıkları bir husus muydu? Ondan sonra gelenler ve onlardan sonra gelenler (tabîin ve etbau't-tabîin) bunun farkında değiller miydi? Şüphesiz cevab selef alimlerinin dedikleri şekilde: Eğer bu iş bir hayır olsaydı elbette onlar bizden önce bu işi yaparlardı şeklindedir.
Bu bir husus, diğeri de şudur: Acaba herhangi bir şeyin öpülmesinde esas olan hüküm caiz oluşu mudur? Yoksa aslolan onun men edilmesi yani yasaklanması mıdır?
İşte burada Buhari ve Müslim'in sahihlerinde kaydettikleri hadisi zikretmek kaçınılmaz oluyor. Böylece öğüt almak isteyen öğüt alsın ve günümüz müslümanlarının salih seleflerinden, onların fıkıhlarından ve onların karşı karşıya kaldıkları meseleleri nasıl ele alıp çözümlediklerinden ne kadar uzakta olduğunu anlayabilsin.
Sözü geçen hadis şudur: Abis b. Rabia dedi ki: Ben Ömer b. el-Hattab'ı (r.a) Hacer-i Esved'i öperken ve bu arada şöyle derken gördüm: "Ben senin gerçekten fayda veremeyen, zarar veremeyen bir taş olduğunu çok iyi biliyorum. Eğer Rasûlullah (s.a)'ın seni öptüğünü görmemiş olsaydım. Ben de seni öpmezdim."(3)
Peki Ömeru'l-Faruk'un söylediği: Eğer ben Rasûlullah (s.a)'ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim sözünün anlamı nedir?
O halde Ömer Hacer-i Esved'i öperken sahih hadiste de belirtildiği üzere "Hacer-i Esved cennettendir"(4) buyruğuna rağmen acaba kendisinin uydurduğu bir felsefeye dayanarak mı öpmüştü? Böylelikle soranın sorusunda olduğu gibi bu Allah'ın kelamıdır ve biz onu öpüyoruz diye mi düşünmüştü. Acaba Ömer işte bu taş takva sahiblerine vaadolunan cennetin eserlerinden birisidir. Bu sebebten ben de onu öpüyorum. Bu hususta onu öpmenin meşruiyetini bana açıklaması için Rasûlullah (s.a)'dan gelme bir nassa da ihtiyacın yoktur mu demişti. Yoksa bazı kimselerin söylemek istediği gibi bu cüz'î meselede bile bizim kendisine davet ettiğimiz ve felsefi mantık adını verdiğimiz mantıkla mı hareket ediyordu. Bu mantık ise Rasûlullah (s.a)'a ve kıyamet gününe kadar onun sünnetini izleyenlerin sünnetine tabi olmakta ihlasla davranmaktır. İşte Ömer'in konumu tavrı da buydu. O: Ben Rasûlullah (s.a)'ı seni öperken görmemiş olsaydım, seni öpmezdim diyordu.
O halde bu gibi öpmelerde aslolan bizlerin bu hususta uygulana gelmiş bir sünnete göre hareket etmemizdir. Az önce işaret ettiğimiz gibi işlere kendimiz bu güzel bir şeydir, bunda ne var ki diye hüküm vermeye kalkışmamalıyız. Hep beraber Zeyd b. Sabit'in tavrını hatırlayalım. Nasıl Ebu Bekir ve Ömer'in kendisine Kur'ân'ı kaybolmaktan korumak üzere Kur'ân'ı toplama teklifine karşı nasıl tavır takınmıştı, o şöyle demişti: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadığı bir işi nasıl yaparsınız?
Bugün müslümanlar kesinlikle dinlerinde böyle bir fıkha (böyle bir titiz anlayışa) sahib değildirler.
Mushafı öpen kimseye: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadığı bir işi nasıl yaparsın? diye söylenecek olursa o size gerçekten hayret verici pek çok cevab verecektir. Bunlardan birisi kardeşim bunda ne var ki cevabıdır. Bununla biz Kur'ân' tazim ediyoruz. Ona şöyle cevab veririz: Kardeşim buna karşılık sana şöyle sorulur: Acaba Rasûlullah (s.a)'ın kendisi Kur'ân-ı Kerim'i tazim etmiyor muydu? Şüphesiz o da Kur'ân'ı tazim ediyordu. Bununla birlikte onu öpmedi yahut şöyle derler: Sen bizim Kur'ân'ı öpmemize nasıl tepki gösterirsin? İşte sen de arabaya biniyorsun, uçakla yolculuk yapıyorsun. Bunlar da bid'at türünden şeylerdir. İşte bu duyduğunuza karşı şöyle cevab verilir: Dalaletin kendisi olan bid'at ancak din ile alakalı olan hususlardakiler içindir.
Dünya ile ilgili olanlara gelince bu yeni çıkan şeyler caiz olabilir, haram olabilir fakat böyle bir şey açıkça bilinen bir husustur. Ayrıca bunun örneklendirilmesine de gerek yoktur.
Haccetmek üzere Allah'ın Beyt-i Haram'ına yolculuğa çıkıp uçağa binen bir kimsenin bu davranışı şüphesiz ki caizdir. Uçağa batıya gidip orayı ziyaret etmek üzere yolculuk yapan bir kimsenin bu yolculuğu ise şüphesiz ki bir masiyettir.
Bir kimseye niçin bu işi yapıyorsun diye sorulan taabbudî hususlara gelince ona da: Allah'a yakınlaşmak için diye cevab verilir.
Buna göre diyoruz ki: Şanı yüce Allah'a ancak teşrî ettiği hususlar ile yaklaşmak imkanı vardır fakat burada ben bir hususu hatırlatmak istiyorum. Kanaatimce bu: "Herbir bid'at bir sapıklıktır" kaidesinin temellendirilmesi ve güçlendirilmesi için oldukça önemlidir. Kesinlikle bu gibi hususlarda aklın o işleri güzel görmesinin hiçbir müdahalesi yoktur.
Seleften birisi şöyle diyor: Bir bid'at ortaya çıktı mı mutlaka bir sünnet öldürülmüş olur.
Ben bu gerçeği sonradan ortaya çıkmış olan işleri iyice izlediğimden ötürü bu sonradan ortaya çıkan hususların Rasûlullah (s.a)'ın getirdiklerine çoğu zaman nasıl muhalefet ettiğini araştırdığımdan ötürü bu gerçeği elle tutulurcasına hissediyorum.
Gerçekten ilim ve fazilet ehli olan bir kimse okumak üzere bir mushafı eline aldığı vakit onu öptüklerini görmezsiniz. Bunlar onda olanların gereğince amel ederler. Duygularını dizginleyecek hiçbir ilkeleri olmayan avâma gelince onlar bu işte ne var derler ve Kur'ân gereğince amel de etmezler.
O bakımdan biz de diyoruz ki: Bir bid'at ortaya çıkarıldı mı mutlaka bir sünnet öldürülür.
Bu bid'atin bir benzeri bir diğer bid'atte şudur: Hala kalblerinde bir iman kalıntısı olan fasıkların bile müezzinin ezanını duyduklarında hemen ayağa kalkarlar. Niye ayağa kalkıyorsunuz diye onlara sorarsanız yüce Allah'ı tazim için derler fakat mescide gitmezler. Tavla, satranç ve benzeri oyunlarına devam ederler. Bununla birlikte onlar bu şekilde ayağa kalkmakla Rabbimizi tazim ettiklerini sanıyorlar. Böyle bir ayağa kalkış nereden gelmiştir. Elbette bu konuda uydurulmuş ve aslı astarı olmayan bir hadise dayanılarak yapılmaktadır. O da: "Ezanı duyduğunuzda ayağa kalkınız." anlamındaki uydurma rivayettir.(5)
Bu hadisin aslı yoktur fakat bazı zayıf ve uydurmacı raviler tarafından tahrif edilmiştir. Bunlar "deyiniz" (demek olan kûlu) yerine "kalkınız" (demek olan kûmu) deyivermişlerdir. Böylelikle sahih olan: "Ezanı duyduğunuzda (müezzinin) dediği gibi deyiniz, sonra bana salat getiriniz..."(6) Hadis kısaltılmış olmakta (ve değiştirilmiş olmakta)dır. Şimdi şeytanın insana bir bid'ati nasıl süslü gösterdiğine ve o kimseyi Allah'ın şiarlarını tazim eden bir mümin olduğuna nasıl ikna ettiğine bakınız. Buna delil de güya mushafı alıp öpmek, ezanı duyduğu vakit ayağa kalkmakmış.
Peki bu kimse Kur'ân gereğince amel ediyor mu? Hayır, Kur'ân gereğince amel etmiyor. Mesela namaz kılmaz fakat haram yemiyor mu, faiz yemiyor mu, faiz vermiyor mu, insanlar arasından Allah'a kendileri sebebiyle isyanın arttığı araçları yaygınlaştırmıyor mu? Acaba, acaba... Ardı arkası gelmez sorular. İşte bundan dolayı bizler Allah'ın bizim için teşrî buyurmuş olduğu itaat ve ibadetlerin sınırını aşmayız. Onlara bir tek harf dahi ilave etmeyiz. Çünkü durum Peygamber efendimizin buyurduğu gibidir: "Allah'ın size emrettiği her ne varsa mutlaka ben de onu size emretmişimdir, ondan geriye hiçbir şey bırakmamışımdır."(7)
Senin bu yaptığın iş ile sen Allah'a mı yakınlaşmak istiyorsun. Eğer bunun cevabı evet ise o vakit bu hususta Rasûlullah (s.a)'dan bize bir nass getir.
Cevab: Hayır böyle bir nass yoktur. O halde bu bir bid'attir ve herbir bid'at sapıklıktır, her sapıklıkta ateştedir.
Hiç kimse böyle bir şeyi olmayacak (müşkil) bir husus olarak görerek: Bu mesele bu kadar basit iken yine de dalalet olabilir mi ve bu işi yapan cehennemde mi olacaktır diye sormasın.
İşte bu mesele hakkında İmam Şatıbî şu cevabı vermiştir: "Herbir bid'at ne kadar küçük olsa dahi yine de sapıklıktır." Onun sapıklık olduğu hususunda bu hüküm verilirken bid'atin bizatihi kendisine bakılmaz. Aksine bu hüküm verilirken bid'atin mevzu bahis olduğu yere bakılır. Bu yer neresidir? Bu yer eksiksiz ve mükemmel İslam şeriatidir. Hiç kimse küçük ya da büyük bir bid'at ile bir eksikliği tamamlamak iddiasında olamaz. Mücerred olarak o bid'ati ortaya koyduğundan dolayı değil, o bu davranışı ile yüce Rabbimize ve şanlı Peygamberimize karşı eksik bıraktıklarını vehmettiren bir izlenim verdiğinden dolayı bu bid'at sapıklıktır.
_______________

SORU 9: Kur'ân-ı Kerim'i nasıl tefsir etmemiz gerekir?
CEVAB: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Rasûlü Muhammed (s.a)'ın kalbine insanları küfrün ve cahilliğin karanlıklarından İslamın nuruna çıkarmak üzere indirmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Elif, Lam, Ra. Bu insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nura yegane galib, hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitabtır."  (İbrahim, 14/1) Rasûlünü de Kur'ân-ı Kerim'de bulunan hususları açıklayıcı, tefsir edici ve gerekli açıklamaları yapmak üzere göndermiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın diye sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik."  (en-Nahl, 16/44)
Buna bağlı olarak sünnet-i seniyye Kur'ân-ı Kerim'de bulunan hususları tefsir edici ve açıklayıcı olarak gelmiştir. Sünnet-i seniyyede yüce Allah'tan gelen bir vahiydir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır:"O kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir."  (en-Necm, 53/3-4)
Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin şüphesiz ki bana Kur'ân ve onunla birlikte onun bir benzeri verilmiştir. Şuna dikkat edin aradan fazla bir zaman geçmeyecek, karnı tok bir adam koltuğuna oturmuş şöyle diyecektir: Siz bu Kur'ân'a bakınız. Onda helal diye bulduğunuzu helal biliniz, haram diye bulduğunuzu haram belleyiniz. Şunu bilin ki Rasûlullah (s.a)'ın haram kıldıkları tıpkı Allah'ın haram kıldıkları gibidir."(1)
O halde Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ile tefsir edilip açıklanacağı ilk dayanak sünnet ile birlikte Kur'ân-ı Kerim'dir. Sünnet ise Rasûlullah (s.a)'ın sözleri, fiilleri ve takdirleridir. Bundan sonra başta Peygamber (s.a)'ın ashabı olmak üzere tefsir ilminin bilginleri gelir. Bunların da başında Abdullah b. Mesud (r.a) gelir. Çünkü o bir taraftan Peygamber (s.a)'ın erken dönemlerde iman etmiş bir sahabesidir, diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim'e dair soru sormaya, onu iyice anlamaya ve onun açıklamalarını bellemeye özel itina göstermiştir. Bundan sonra Abdullah b. Abbas (r.a) gelir. İbn Mesud onun hakkında "o Kur'ân'ın tercümanıdır" demiştir. Bundan sonra da bir âyetin tefsirine dair açıklamaları kendisinden sabit olmuş, hangi sahabe olursa olsun onların görüşleri gelir. El verir ki ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı bulunmasın. O vakit onların yaptıkları tefsiri rıza, teslimiyet ve kabul ile karşılarız. Eğer bu bulunmayacak olursa o zaman Rasûlullah (s.a)'ın ashabından tefsir öğrenmeye itina göstermiş tabîinin görüşlerini alırız. Said b. Cübeyr, Tavûs ve buna benzer Rasûlullah (s.a)'ın ashabından özellikle de az önce belirttiğimiz gibi İbn Abbas'tan Kur'ân tefsirini öğrenmekle meşhur olmuş diğer benzerleri gelir.
Diğer taraftan malesef bazı âyet-i kerimeler mücerred görüş yahutta mezhebe göre tefsir edilmektedir. Bu hususta Peygamber (s.a)'dan doğrudan bir açıklama gelmiş değildir. O bakımdan müteahhirlerden bazıları bu âyeti mezhebe uygun bir şekilde bağımsız olarak tefsir edebilmektedir. Bu ise çok tehlikeli bir husustur. Çünkü âyetler mezhebleri destekleyecek şekilde tefsir edilir. Tefsir alimleri ise mezheb müntesiblerinin tefsir ettiklerinden başka türlü o âyeti tefsir etmiş olabilirler.
Buna bir misal olarak yüce Allah'ın:"Artık Kur'ân'dan kolay geleni okuyun."  (el-Müzzemmil, 73/20) buyruğunu verebiliriz. Bazı mezhebler bunu bizatihi tilavet olarak tefsir etmişlerdir. Yani her namazda Kur'anı Kerim'den okunması icab eden bölüm uzunca bir âyet yahutta üç kısa âyettir. Onlar bu görüşlerini Peygamber (s.a)'dan varid olmuş şu hadise rağmen ortaya atmışlardır: "Fatiha suresini okumayanın namazı yoktur."(2) Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Her kim Fatiha suresini okumadan bir namaz kılacak olursa o eksiktir, o eksiktir, o eksiktir tamam değildir."(3)
Bu iki hadisin delaleti âyetin sözü geçen şekilde tefsir edilmesi suretiyle kıraatten mutlak olarak sözettiği iddiasıyla reddedilmektedir. Onlara göre Kur'ân-ı Kerim ancak mütevatir sünnet ile tefsir edilebilir. Yani mütevatirin mütevatir olmayanla tefsiri caiz değildir. Bu sebebten ötürü âyeti re'y ile yahut mezheb ile tefsir ettiklerine dayanarak sözü geçen iki hadisi reddetmişlerdir.
Halbuki bütün ilim adamları mütekaddim ve müteahhir olanları arasında fark olmaksızın bütün tefsir alimleri âyet-i kerimedeki "okuyun" buyruğundan kastın gücünüz yettiği kadar gece namazı kılın olduğunu açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah bu buyruğu şu âyet-i kerime çerçevesi içerisinde zikretmiştir: "Şüphe yok ki Rabbin senin ve seninle beraber olanlardan bir kesimin gecenin üçte ikisinden az, yarısı ve üçte biri kadar ayakta durduğunuzu bilir. Gece ve gündüzü Allah takdir eder... Ve nihayet: Artık Kur'ân'dan (size) kolay geleni okuyun."  (el-Müzzemmil, 73/20) diye buyurmaktadır. Yani sizler kolayınıza geldiği kadarıyla gece namazı kılın. Dolayısıyla âyet-i kerime özel bir namazda insanın okuması gereken miktar ile ilgili değildir. Yüce Allah müslümanlara kendilerine kolay gelecek kadarıyla gece namazı kılabilecekleri hususunda kolaylık göstermiştir. Rasûlullah (s.a)'ın -bilindiği gibi- kıldığı kadar onbir rekat namaz kılmaları onlara vacib değildir. İşte âyet-i kerimenin anlamı budur. Arabça anlatım uslubunda bu cüzün zikredilip, küllün kastedilmesi kabilindendir. Buna göre yüce Allah'ın: "Okuyun" diye buyurması namaz kılın demektir. Burada bütün namazdır. Cüz ise Kur'ân okumaktır. Bunun sebebi ise bu bütünün içerisindeki bu cüzün önemini açıklamaktır. Bu da şanı yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimedeki şu buyruğunu andırmaktadır:"Güneşin (batıya doğru) kaymasından, gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah Kur'ân'ını da."  (el-İsra, 17/78) Buradaki "sabah Kur'ân'ı"ndan kasıt sabah namazıdır. Burada da cüz zikredilip, küll kastedilmiştir. Bu arabça anlatım üslubunda bilinen bir şekildir.
Bundan dolayı bu âyet-i kerimenin halefleriyle selefleriyle herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın bütün tefsir alimlerince tefsiri açıkça ortada olduğuna göre bu hadisler ahad hadislerdir. Kur'ân'ın da ahad hadislerle tefsir edilmesi caiz değildir iddiasıyla reddedilmeleri caiz değildir. Çünkü sözü geçen âyet-i kerime Kur'ân dilini bilen alimlerin görüşleri ile tefsir edilmiştir. Bu bir. Diğer taraftan Peygamber (s.a)'ın hadisi Kur'ân'a aykırı olamaz. Aksine onu tefsir eder, açıklar. Bu cevabın baştaraflarında belirttiğimiz gibi. Bu da iki. Peki âyet-i kerimenin müslümanın namazda ister farz, ister nafile olsun okuması gereken miktar ile hiç ilgisi yokken nasıl böyle bir tefsir yapılabilir.
Az önce kaydettiğimiz iki hadise gelince bu ikisinin de ihtiva ettiği konunun namaz kılanın Fatiha'sız namazının olmayacağı hususundaki ifadeleri açıktır. "Fatiha'yı okumayanın namazı yoktur."(4) ile "kim Fatiha'yı okumadan bir namaz kılacak olursa o eksiktir, o eksiktir, o eksiktir tamam değildir."(5)
Yani böyle bir namaz eksiktir. Kim namazını eksik bırakarak ayrılırsa namaz kılmamış olur. O vakit onun kıldığı namaz batıl olur. Birinci hadisten açıkça anlaşıldığı gibi.
Şimdi biz bu gerçeği açıkça anladığımıza göre o vakit bizler Peygamber (s.a)'dan gelen hadis kitablarında rivayet edilen hadislere rahat bir kalble güven duymalıyız. Daha sonra bu hadislerin sahih senedlerine güvenmeliyiz. Bu çağda duyduğumuz hadislerin felsefesi ile alakalı gerekçelerle haklarında şüphemiz olmamalıdır. Çünkü bu felsefe şöyle diyor: Bizler ahkama dair varid olmayıp, akaid ile alakalı oldukları takdirde ahad hadislere itibar edemeyiz. Çünkü akide ahad hadisler üzerinde yükselmez.
Bunlar bu iddiadadırlar. Bizler ise şunu biliyoruz ki Peygamber (s.a) kitab ehlini kendisi tek bir kişi olmakla birlikte tevhid akidesine davet etmek üzere Muaz'ı göndermiştir.(6)
Kur'ân-ı Kerim'i nasıl tefsir etmemiz gerektiği ile alakalı yapmak istediğim açıklama bu kadarı ile yeterli görülmelidir.
Allah'ın Peygamberimiz Muhammed'e, onun aile halkına, ashabına kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde tabi olacaklara salat ve selam buyursun, bereketler ihsan etsin. Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun.

Категория: КОРАН НА ТУРЕЦКОМ | Просмотров: 1338 | Добавил: quran | Рейтинг: 0.0/0
Всего комментариев: 0
Добавлять комментарии могут только зарегистрированные пользователи.
[ Регистрация | Вход ]

Воскресенье, 19.05.2024, 07:08

Приветствую Вас Гость | RSS



 

Календарь

«  Февраль 2008  »
ПнВтСрЧтПтСбВс
    123
45678910
11121314151617
18192021222324
2526272829

Опрос Пользователей

Оцените мой сайт
Всего ответов: 1484


Аят дня

О те, которые уверовали! Оберегайте себя и свои семьи от Огня, растопкой которого будут люди и камни. Над ним есть ангелы суровые и сильные. Они не отступают от повелений Аллаха и выполняют все, что им велено.(Сура ат-Тахрим, 6 аят)

Кто Онлайн?

Сейчас на сайте:

.
www.muslimka.ru © 2011 Сделать бесплатный сайт с uCoz.