Главная   Куръан   Тафсир   Медиа
Home Вы тут уже: дней
Главная » 2008 » Февраль » 25 » Толкование Корана на турецком - 1 часть
17:15
Толкование Корана на турецком - 1 часть
1)
KUR'AN-I KERİM'İ NASIL TEFSİR ETMELİYİZ ?
Müellif:

Muhammed Nâsıru'd-Din el-Elbânî


SORU 1: Muhterem hocamız kısa bir süre önce küçük bir kitabta: "Kur'ân'dan istediğini, istediğin için alabilirsin."(1) diyen bir hadis gördüm. Acaba bu hadis sahih midir? Bu hususta bizi aydınlatır mısınız? Allah ecrinizi versin.
CEVAP: "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için alabilirsin" sözü bazı dillerde hadis diye yaygınlık kazanmıştır. Fakat maalesef bu da sünnette aslî bir dayanağı olmayan hadis türündendir. Bundan dolayı böyle bir sözü rivayet etmek ve bunu Peygamber (s.a)'e nisbet etmek caiz değildir.
Diğer taraftan "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için alabilirsin" şeklindeki bu geniş ve kapsamlı anlamın İslam şeriatında sahih ve sabit olarak kabul edilmesi kesinlikle doğru olamaz. Mesela, ben evimde otursam, iş, güç edinmeyip çalışmasam, buna karşılık Rabbimden bana semadan rızkımı göndermesini istesem ve bunu Kur'ândan bu şekilde anlıyorum diye gerekçelendirsem, bunu kimse kabul edebilir mi?
Bu batıl bir sözdür. Belki de şu ribatlar diye adını verdikleri ve oturup kalktıkları yerlerde yan gelip yatma karakterine sahib, tenbel sûfilerin uydurmalarındandır. Bunlar o ribatlarda oturur kalırlar ve Allah'ın rızkının kendilerine kimler tarafından getirileceğini gözetler dururlar. Ancak böyle bir tutumun müslümanın tabiatına uygun olmadığını bilmemiz gerekir. Çünkü Peygamber (s.a) bütün müslümanları gayretli olmak ve izzetli bir nefse sahib olma esası üzere eğitmiştir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Yukarıdaki el, aşağıdaki elden hayırlıdır. Yukarıdaki el infak eden eldir, aşağıdaki el ise dilenen eldir."(2)
Bu vesile ile vaktiyle bazı zahid ve sufiler ile alakalı okumuş olduğum bir hususu hatırlatmak isterim. -Bu alanda sözü fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü onların kıssaları pek çok ve acaibtir-:
İddia ettiklerine göre onlardan birisi yanına azık almaksızın seyahate çıkmış, nerdeyse açlıktan ölecek hale gelmiş. Uzaktan ona bir köy görünmüş, oraya gitmiş. O gün cuma günü imiş. O kendi kanaatine göre Allah'a tevekkül eden birisi olarak yola çıktığı için kendince tevekkülünü bozmamak maksadıyla da mescidde bulunan kalabalığa kendisini göstermemiş. Bunun yerine kendisini kimse görmesin diye minberin altında gizlenmiş. Fakat içten içe de: ‘keşke birisi beni farketse’ diye düşünüyormuş. İşte hatib hutbesini verdi, kendisi de cemaatle birlikte namaza durmadı. İmam hutbe ve namazını bitirdikten sonra insanlar da grublar halinde teker teker mescidin kapılarından çıkmaya başlamış. Nihayet adam mescidde kimse kalmadığını ve artık kapıların kapatılma zamanı geldiğini anlamış. Yiyeceği, içeceği olmaksızın mescidde tek başına kalacağını farketmiş. Orada bulunanlara varlığını isbat etmek için öksürür gibi yapmaktan başka bir çare bulamamış. İnsanlardan birisi oraya dikkat etmiş ve açlıktan, susuzluktan bir deri, bir kemiğe dönmüş olduğunu görmüşler. Onu almışlar ve gereken yardımlarda bulunmuşlar.
Sonra ona: Sen kimsin be adam? diye sormuşlar.
O: Ben Allah'a tevekkül eden zahid birisiyim, demiş. Diğerleri: Sen az kalsın öleceksin. Nasıl olur da Allah'a tevekkül ettiğini söylüyorsun. Eğer Allah'a tevekkül eden birisi olsaydın, kimseden bir şey istemezdin ve öksürerek varlığını kimselere de hissettirmezdin; ta ki sonunda günahın sebebiyle ölüp gidecektin.
İşte bu "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için al" şeklindeki bu hadisin ve benzerlerinin kişiyi nerelere kadar götüreceğine dair bir örnektir.
Hulâsa, bu hadisin aslı, astarı yoktur.


SORU 2: Muhterem hocam, Kur'anniyyûn (Kur'ân'ın herşeylerine yeterli olduğunu kabul edenler) şöyle der: Yüce Allah: "İşte Biz herşeyi gereği gibi açıkladık."  (el-İsra, 15-12) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Biz o kitabta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."  (el-En'âm, 6/38) diye buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a) da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bu Kur'ân'ın bir ucu Allah'ın elinde, diğer bir ucu sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılınız, sizler ondan sonra ebediyyen sapmayacak ve asla helak olmayacaksınız."(1) Siz saygıdeğer hocamızdan bu hususta bizlere gerekli açıklamaları yapacağınızı ümit ediyoruz.
CEVAP: Yüce Allah'ın: "Biz o kitabta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."  buyruğunu ele alalım. Bu âyet-i kerimede sözü edilen "kitab"dan kasıt Levh-i Mahfuz'dur. Kur'ân-ı Kerim demek değildir. Yüce Allah'ın:"Biz herbir şeyi iyiden iyiye açıkladık."  buyruğuna gelince, sizler Kur'ân-ı Kerim'e dair az önce yapılan açıklamaları da ekleyecek olursanız, işte o vakit yüce Allah'ın herbir şeyi gereği gibi açıklamış olduğunu da anlamış olursunuz. Fakat buna bir hususu daha eklemek gerekir. Siz de biliyorsunuz ki, açıklama kimi zaman genel bir çerçeve çizilerek yapılır. Altına çokluklarından dolayı tek tek sayılmalarına imkan olmayan pekçok cüz'î hususun kaydedilebileceği genel birtakım kaideler koymakla yapılabilir. Şarî-i Hâkim bu pekçok cüz'î hususlar için bilinen pekçok kaide koymakla bu âyet-i kerime'nin anlamı da açıklık kazanmış olmaktadır.
Kimi zaman da bu açıklama geniş ve etraflı açıklamalarla yapılır ki, bu âyet-i kerime'den hatıra ilk gelen de odur. Nitekim Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size emredip de, benim size emretmediğim hiçbir şey bırakmadım. Allah'ın size yasaklayıp da benim size yasaklamadığım hiçbir şey bırakmadım."(2)
O halde açıklama kimi zaman kapsamına pekçok cüz'î hususun girdiği kaideleri ortaya koymakla, kimi zaman da bu kaidelerden herhangi birisine başvurmaya gerek bırakmayacak şekilde ibadet ve hükümlerin yeterince açıklanmasıyla olabilmektedir.
Kapsamına pekçok fer'î hususun girdiği ve böylelikle İslamın büyüklüğü ve İslamın teşrî'deki çerçevesinin genişliğinin ortaya çıktığı kaidelerden bir kısmına Peygamber (s.a)'ın bazı hadislerini örnek olarak verelim:
"Zarar ve zarara zararla karşılık vermek yoktur."(3)
"Sarhoşluk veren herşey hamrdır ve her hamr haramdır."(4)
"Her bid'at bir dalâlet (sapıklık)dır ve her dalâlet te ateştedir."(5)
İşte bunlar öyle birtakım kaideler ve genel kurallardır ki; birinci hadiste ister can ile ister mal ile ilgili hiçbir zarar bunun dışında kalmamaktadır. İkinci hadiste ise sarhoşluk veren herşey ile alâkalıdır. Sarhoşluk veren bu madde ister meşhur olduğu üzere üzümden elde edilmiş olsun, ister mısır yahut darıdan, isterse başka herhangi bir maddeden elde edilmiş olsun. O sarhoşluk veriyorsa haramdır.
Üçüncü hadiste de aynı durum sözkonusudur. Bid'atler pekçok olduğundan ötürü onları sınırlandırmaya ve tek tek saymaya imkan yoktur. Bununla birlikte bu hadis-i şerif oldukça veciz olmakla birlikte çok açık bir şekilde: "Herbir bid'at sapıklıktır ve herbir sapıklık ateştedir" demektedir.
İşte bu bir açıklama tarzıdır. Ancak kaidelerle açıklamadır.
Bildiğiniz hükümlere gelince, bunlar çoğunlukla tek tek sünnette ele alınıp açıklanmış, bazan da mesela miras hükümleri gibi olanları Kur'ân-ı Kerim'de zikredilip açıklanmıştır.
Anılan hadis-i şerife gelince; sahih bir hadistir. Bu hadis ile amel etmek ve ona sımsıkı sarılmak imkânımız vardır. Nitekim bir başka hadiste şöyle denilmektedir: "Ben aranızda iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmayacaksınız. Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti."(6)
Buna göre elimizde bulunan Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, ancak Kur'ân-ı Kerim'i açıklayan sünnet gereğince amel etmekle gerçekleşir.


SORU 3: Kimisi şöyle diyor: Eğer hadis bir âyet ile çelişecek olursa sıhhat derecesi ne olursa olsun merduttur. Buna örnek olarak ta: "Şüphesiz ki ölü, yakınlarının kendisi için ağlaması sebebiyle azablandırılır"(1) hadisini örnek göstermekte ve Âişe (r.anhâ)'nın bu hadisi yüce Allah'ın: "Hiçbir günah yüklenen kimse bir başka yüklenicinin yükünü çekmez."  (Fatır, 35/18) buyruğunu delil göstererek reddedişini delil göstermektedirler. Böyle diyenlere nasıl cevab verilebilir?
Bu hadisin reddedilmesi sünnetin Kur'ân ile reddedilmesi problemlerinden birisidir. Aynı zamanda bu, bu çizginin sapma gösterdiğini ortaya koymakmaktadır.
Bu hadise, özellikle de Âişe (r.ânha)'nın hadisine sarılanlara verilecek cevaba gelince:
1- Hadis bakımından: Bir defa bu hadisi şu iki sebeb dolayısıyla hadis bakış açısı ile reddetmeye imkân yoktur:
a- Bu hadis İbn Ömer (r.a)'dan sahih bir senet ile gelmiştir.
b- Bu hadisi tek başına İbn Ömer rivayet etmemiştir. Bu hususta Ömer b. el-Hattab ta ona tabidir. Ayrıca Ömer ve onun oğlu da bu hadisi tek başlarına rivayet etmemişlerdir. Bu hususta Muğire b. Şube de onlara tabidir. Şu anda hatırladığım kadarıyla bu üç sahabeden gelen rivayetler Buhari ile Müslim'de vardır.
Bir kimse bu hadis hakkında özel olarak araştırma yapacak olursa bu hadisin başka yollardan da geldiğini görür. Bu üç hadisin tamamı da senedleri itibariyle sahih hadislerdir. Bunlar sadece Kur'ân ile çatışma (teâruz) halindedir, iddiasıyla reddolunamazlar.
İkinci olarak; bu hadisin yorumlanması açısından cevap verilebilir. Bu hadisi ilim adamları iki şekilde yorumlamış bulunmaktadır.
Birinci şekil:
Bu hadis hayatta iken aile halkının ölümünden sonra şeriata aykırı birtakım işler yapacaklarını bilen, buna rağmen onlara öğüt vermeyen, kendisi için ağlamamalarını tavsiye etmeyen ölü hakkındadır. Çünkü böyle bir ağlama ölenin azablandırılmasına sebeptir. "el-Meyyit: Ölen" lafzının başındaki "el" takısı burada istiğrak ve kapsamlılık bildirmek için değildir. Yani hadis, her ölen aile halkının kendisi için ağlamaları dolayısıyla azab görür, anlamına gelmez. Buradaki "el" takısı ahd içindir. Yani vefatından sonra şeriata aykırı birtakım işler yapmamalarını ailesine öğütlemeyen ölü hakkındadır. İşte aile halkının kendisi için ağlaması dolayısıyla azablandırılacak olan ölü budur. Öğüt vermek görevini ve kendisi için ağıt yakmamaları, özellikle böyle bir zamanda işlenen münker işleri yapmamalarını söyleyerek şer'î vasiyet görevini yerine getiren kimse ise azablandırılmaz. Vasiyet etmez ve öğüt vermezse azablandırılır.
İşte bilinen ve ünlü birçok ilim adamının yaptığı birinci tür açıklama şeklinden anlamamız gereken budur. Nevevi ve benzerleri böyle açıklamışlardır. İşte bu açıklamayı öğrenmiş olduğumuza göre artık bu hadis ile yüce Allah'ın: "Günahkâr hiçbir nefis başkasının günahını yüklenmez."  (el-En'âm, 6/164) buyruğu arasında herhangi bir çatışma (teâruz) olmadığı da ortaya çıkar. Çatışma "el-meyyit" lafzının başındaki "el" takısının istiğrak ve kapsamlılık ifade ettiğinin kabul edilmesi halinde sözkonusudur. Yani ölen herkesin azab göreceği anlamında kabul edilirse, o vakit hadisi açıklamak müşkil bir hal alır, âyet-i kerime ile çatışma arzeder. Şâyet az önce açıkladığımız anlamı bilecek olursak o vakit herhangi bir çatışma (teâruz) veya müşkil (izahı zor durum) sözkonusu olmaz. Çünkü azab gören kimse ancak öğüt ve vasiyet görevini yerine getirmemekten dolayı sözkonusu olur. İleri sürülen teâruzu bertaraf etmek için bu hadis ile ilgili uygun bir açıklama şekli budur.
2- İkinci şekle gelince: Bu da merhum Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin bazı eserlerinde sözkonusu ettiği şekildir. Buna göre burada azab, kabir azabı yahutta âhiretteki bir azab demek değildir. Buradaki azabın anlamı, acı çekmek ve üzülmek demektir. Yani ölen kimse aile halkının kendisi için ağladıklarını duyduğu vakit, onun için üzülmelerinden ötürü o da üzülür, kederlenir.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye böyle demiştir. Ancak bu açıklama sahih bir açıklama olsa şüphenin kaynağını kurutur.
Fakat ben şöyle diyorum: Böyle bir açıklama iki önemli gerçek ile çatışma halindedir. Bundan dolayı bizim hadisin birinci tür açıklamasını dayanak almaktan başka çaremiz yoktur:
Birinci gerçek: Az önce kendisine işaret ettiğim Muğire b. Şûbe'nin rivayet ettiği hadiste sözkonusu azabın acı çekmek anlamında olmadığını ortaya koyan bir fazlalık ihtiva etmektedir. Bu fazlalığa göre burada sözü geçen azab hatıra ilk gelen anlamıyla azabtır. Yani cehennem ateşi azabıdır. Yüce Allah'ın affetmesi hali elbette müstesnâdır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda açıkça görüldüğü gibi: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar."  (en-Nisa, 4/48)
Muğire'nin rivayetinde şu fazlalık vardır: "Şüphesiz ölen kimse kıyamet gününde aile halkının ağlaması sebebiyle azab görecektir." İşte bu ifade, ölen kimsenin kıyamet gününde aile halkının kendisi için ağlamalarından ötürü azab göreceği hususunda açıktır. Bu azab kabirde olmayacaktır. İşte İbn Teymiye'nin acı ve kederle açıkladığı da budur.
İkinci gerçek, ölü ruhunu teslim ettikten sonra etrafında olup biten hiçbir şeyi hissetmez. Bu yapılanlar ister hayır, ister kötülük olsun. Nitekim kitab ve sünnetten deliller de bunu göstermektedir. Ya bütün ölüler için yahutta bazıları için bir kaide durumunda olan bazı hadislerin sözkonusu ettiği özel bazı haller müstesnâdır. Meselâ, bu gibi hallerde yüce Allah ölülere kendisi sebebiyle acı çekecekleri bazı şeyleri işittirmiştir.
Birinci türden olanlara örnek olarak Buhari'nin Sahih'inde rivayet ettiği Enes b. Malik (r.a) yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: Rasûlullah (s.a) buyururyor ki: "Kul kabrine yerleştirildikten ve cenazesiyle birlikte gelenler geri döndükten sonra -henüz o onların ayak seslerini duymakta iken- ona iki melek gelir..."(2) Bu sahih hadiste ölenin defnedilmesi ve insanlar onu bırakıp geri döndükleri sırada özel bir duyması tesbit edilmektedir. Yani melekler kabirde öleni otturtuklarında ona ruh tekrar iade edilir. İşte o bu halde gidenlerin ayak seslerini duyar. Hadis açıktır ki; bu ölen kişinin de, bütün ölenlerin de ruhlarının kendilerine iade edildiğini ve onların diriltilecekleri güne kadar kabirleri arasında gidip gelenlerin ayak seslerini duymaya devam edeceklerini ifade etmemektedir.
Bu özel bir durumdur ve ölenin özel bir duyma şeklidir. Çünkü bu durumda ruhu ona iade edilmiş olur. İşte o vakit İbni Teymiye'nin yaptığı açıklamayı kabul edecek olursak, ister defninden önce naaşı çerçevesinde, ister kabrine konulmasından sonra etrafında olup bitenleri hissetmesi sınırlarını genişletmiş oluruz. Bu da onun hayatta olanların kendisi için ağladıklarını duyması anlamına gelir. Bunu kabul etmek için ise bir nassa ihtiyacımız vardır. Böyle bir nas da yoktur. Bu bir.
İkinci husus: Kitabın ve sahih sünnetin bazı nassları ölülerin birşey duymadıklarını ortaya koymaktadır. Bu oldukça uzun bir konudur; fakat ben bu hususta sadece bir hadis zikredeceğim ve bu soru ile ilgili cevabı bitireceğim. Sözkonusu hadis Peygamber (s.a)'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz yüce Allah'ın yeryüzünde gezgin melekleri vardır. Onlar ümmetimden bana selamı ulaştırırlar."(3)
Peygamber efendimizin "gezgin melekler" ifadesi oturup kalkılan meclisleri dolaşanlar demektir. Peygamber (s.a)'a bir müslüman salavât getirdiği her yerde, o müslümandan salavâtı Peygambere ulaştırmakla görevli bir melek vardır. Eğer ölüler işitselerdi elbetteki bu ölüler arasında işitmeye en layık olan Peygamber efendimizdir. Çünkü yüce Allah ona ayrı bir fazilet vermiş, bütün peygamberler, rasûller ve âlemlerin üstünde ona ayrı özellikler vermiştir. Eğer ölen bir kimse olup biteni duysaydı Rasûlullah (s.a) duymalıydı. Diğer taraftan Peygamber eğer ölümünden sonra bir şey duysaydı, ümmetinin ona getirdiği salât ve selâmı duymalıydı.
İşte buradan Peygamberden değil rasûl, nebî ya da salih kimselerden onlardan daha aşağı mertebede olanlardan yardım ve imdat dileyenlerin ne kadar hatalı, hatta sapık olduklarını anlamaktasınız. Çünkü böyleleri eğer Rasûlullah (s.a)'dan yardım dileyecek olsalar o dahi onların bu isteklerini duyamaz. Nitekim Kur'ân'ın açık ifadeleri de bunu göstermektedir: "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır."  (el-A’râf, 7/194); "Onlara dua etseniz, dualarınızı işitmezler..."  (Fâtır, 35/14)
O halde ölüler, ölümlerinden itibaren hiçbir şey duymazlar. Az önce sözünü ettiğimiz ölenin ayak seslerini duyması halinde olduğu gibi özel birtakım meselelere dair nass ile açıklanmış olan haller müstesnâ. Böylelikle bu soruya dair cevabımız da burada sona ermektedir.


SORU 4: Teypte Kur'ân-ı Kerim okunuyorken hazır bulunanların bir kısmı da konuştuklarından dolayı Kur'ân'ı dinlemiyor iseler, dinlememelerinin hükmü nedir ve hazır olanlardan herhangi bir kimse yahutta teybi açan kişi günah kazanır mı?
CEVAB: Bu meseleye verilecek cevab teyibten Kur'ân okunan meclisin farklılığına göre değişik olabilir. Eğer meclis ilim, zikir, tilavet ve Kur'ân okunan bir meclis ise bu durumda okunan Kur'ân-ı Kerim'e tamamıyla kulak vermek, dinlemek gerekir. Bunu yapmayan kişi yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'deki:"Kur'ân okunduğu vakit ona kulak verin ve dinleyin. Olur ki merhamet olunursunuz."  (el-Araf, 7/204) buyruğuna muhalif hareket etmiş olacağından ötürü günahkardır.
Şâyet meclis ilim, zikir ve Kur'ân okunan bir meclis değil de sıradan bir meclis ise mesela insanın evde çalışması yahut dersini tekrarlaması ya da mütalâada bulunması gibi bir halde bulunuluyor ise bu durumda esasen teyibin açılması ve evde ya da mecliste bulunan diğerlerine ses ulaşacak şekilde sesin yükseltilmesi caiz değildir. Çünkü bu gibi kimseler bu durumda Kur'ân'ı dinlemekle yükümlü değildirler. Çünkü onlar bu maksatla oturmamışlardır. Bu durumda sorumlu olan kişi teyibin sesini yükselten ve onun sesini başkalarına işittirendir. Çünkü bu durumda o kişi başkalarını zora sokmakta, onları böyle bir durumda, böyle bir dinlemeye hazır olmadıkları bir halde Kur'ân dinlemeye zorlamaktadırlar.
Buna en uygun örneklerden birisi de şudur: Herhangi bir kimse yolda giderken ya satıcısından yahutta hazır yiyecek satıcısından veya kaset satıcısının yanından geçerken Kur'ân sesinin yolun her tarafına yayıldığını görürsünüz. Nereye giderseniz bu sesi duyarsınız. Acaba herkes yolunda giderken yolda yürüyenlerin hepsi uygun olmayan bu yerde okunan bu Kur'ân-ı Kerim'e kulak vermekle yükümlümüdürler? Hayır. Sorumlu kişi insanları böyle bir zor durumda bırakan ve onlara Kur'ân sesini işittiren kimsedir. Bu da ya ticaret yahutta insanların dikkatini çekmek için yapılan veya buna benzer maddi herhangi bir menfaat için yapılan bir iştir. O halde bunlar -bazı hadislerde(1) de geçtiği üzere- Kur'ân-ı Kerim'i bir çeşit çalgı gibi kullanmış olmaktadırlar. Ayrıca bunlar yahudi ve hristiyanların yolundan başka bir yolla Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında satan kimseler de oluyorlar. Yüce Allah ise onlar hakkında:"Onlar Allah'ın âyetlerini az bir bedele sattılar."  (et-Tevbe, 9/9) diye buyurmaktadır.


SORU 5: Şanı yüce Allah kendi zatı hakkında haber verirken:"Onlar hile yaptılar. Allah da hilekârlıklarına karşılık verdi. Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısıdır."  (Al-i İmran, 3/54) diye buyurmaktadır. Bazı kimselerin aklı bu âyet-i kerime'nin zahirini anlamakta zorlanabilirler. Bizim tevile ihtiyacımız bulunmadığına göre acaba Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısı nasıl olabilir?
CEVAB: Konu Allah'ın lutfuyla kolaydır. Çünkü bizler hile (mekr)in mekr olmak bakımından her zaman için kötü olmakla nitelendirilemeyeceğini biliyoruz. Hile (mekr) her zaman ve ebediyyen hayır ile de nitelendirilemez. Nice kâfir vardır ki müslüman kimseye hile yapmakta tuzak hazırlamaktadır fakat bu müslüman akıllı, kavrayışlı olduğundan saf ve belki ahmak bir kimse hiç olmadığından ötürü hasmı olan kâfirin hilelerine karşı daima uyanıktır. O bakımdan o kimseye karşı daima onun hilelerine zıt hilelerini boşa çıkartacak şekilde davranışlarda bulunur. Öyle ki sonuçta bu müslüman güzel karşılıklarıyla kâfirin kötü hilelerini boşa çıkarmış olur. Bu durumda acaba bu müslüman kâfire karşı hile yaparken meşru olmayan bir iş yaptığını söyleyebilir miyiz? Böyle bir şeyi hiç kimse söylemez.
Peygamber (s.a)'ın: "Harb hud'a (hile)dır."(1) buyruğundan bu gerçeği anlamanız kolay bir iştir. Bu durumda hud'a (hile) hakkında söylenebilecekler aynen mekr (hile, tuzak) hakkında da söylenebilir. Buna göre müslümanın, müslüman kardeşine karşı hud'a (hilekarlık) yapması haramdır fakat müslümanın Allah'ın ve Rasûlünün düşmanı olan kâfire karşı hile yapması haram değildir. Hatta bu vacibtir. Aynı şekilde müslümanın kendisine karşı hile yapmak ve tuzak kurmak (mekr etmek) isteyen kâfire karşı onun mekrini boşa çıkartacak şekilde hileler düzenlemesi güzel bir mekrdir. Bu örnekte her iki taraftakiler de insandır.
Peki kadir, alîm ve hakîm olan alemlerin Rabbi hakkında ne diyebiliriz?
İşte onun bütün mekredicilerin mekrini boşa çıkardığını görürüz. Bundan dolayı yüce Allah:"Allah mekredenlerin (hilelere karşılık verenlerin, hileleri boşa çıkartanların) en hayırlısıdır."  diye buyurmuştur. Yüce Rabbimiz kendi zatını bu sıfat ile nitelendirmekle dikkatlerimizi şuna çekmektedir: Mekr insan tarafından yapılacak olsa dahi her zaman yerilecek bir şey değildir. Çünkü yüce Allah: "Mekredenlerin hayırlısı" diye buyurmuştur. O halde bir tarafta hayır ile mekr yapan vardır, diğer taraftan şer ile mekr yapan vardır. Hayır ile mekr yapan yerilmez. Yüce Allah da buyurduğu gibi:"O mekr yapanların hayırlısıdır."  Özetle diyoruz ki: Hatırına her ne gelirse gelsin, Allah senin hatırına gelenden farklıdır. İnsan yüce Allah'a yakışmayan bir hususu vehmedecek olursa baştan hata ettiğini bilmelidir. İşte bu âyet-i kerime aziz ve celil olan Allah'a bir övgüdür. Burda şanı yüce Allah'a nisbeti caiz olmayan herhangi bir hususta sözkonusu değildir.
_______________
Категория: КОРАН НА ТУРЕЦКОМ | Просмотров: 2022 | Добавил: quran | Рейтинг: 0.0/0
Всего комментариев: 1
Написал: # 1 03.11.2009
 

Hocam lutfen cevap verin.Yatsi namazindan once sunnet namazi varmi?
 
 
 
Добавлять комментарии могут только зарегистрированные пользователи.
[ Регистрация | Вход ]

Воскресенье, 19.05.2024, 09:40

Приветствую Вас Гость | RSS



 

Календарь

«  Февраль 2008  »
ПнВтСрЧтПтСбВс
    123
45678910
11121314151617
18192021222324
2526272829

Опрос Пользователей

Оцените мой сайт
Всего ответов: 1484


Аят дня

О те, которые уверовали! Оберегайте себя и свои семьи от Огня, растопкой которого будут люди и камни. Над ним есть ангелы суровые и сильные. Они не отступают от повелений Аллаха и выполняют все, что им велено.(Сура ат-Тахрим, 6 аят)

Кто Онлайн?

Сейчас на сайте:

.
www.muslimka.ru © 2011 Сделать бесплатный сайт с uCoz.