SORU 1: Muhterem hocamız kısa bir süre önce küçük bir kitabta:
"Kur'ân'dan istediğini, istediğin için alabilirsin."(1) diyen bir hadis
gördüm. Acaba bu hadis sahih midir? Bu hususta bizi aydınlatır mısınız?
Allah ecrinizi versin.
CEVAP: "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için alabilirsin" sözü bazı
dillerde hadis diye yaygınlık kazanmıştır. Fakat maalesef bu da
sünnette aslî bir dayanağı olmayan hadis türündendir. Bundan dolayı
böyle bir sözü rivayet etmek ve bunu Peygamber (s.a)'e nisbet etmek
caiz değildir.
Diğer taraftan "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için alabilirsin"
şeklindeki bu geniş ve kapsamlı anlamın İslam şeriatında sahih ve sabit
olarak kabul edilmesi kesinlikle doğru olamaz. Mesela, ben evimde
otursam, iş, güç edinmeyip çalışmasam, buna karşılık Rabbimden bana
semadan rızkımı göndermesini istesem ve bunu Kur'ândan bu şekilde
anlıyorum diye gerekçelendirsem, bunu kimse kabul edebilir mi?
Bu batıl bir sözdür. Belki de şu ribatlar diye adını verdikleri ve
oturup kalktıkları yerlerde yan gelip yatma karakterine sahib, tenbel
sûfilerin uydurmalarındandır. Bunlar o ribatlarda oturur kalırlar ve
Allah'ın rızkının kendilerine kimler tarafından getirileceğini gözetler
dururlar. Ancak böyle bir tutumun müslümanın tabiatına uygun olmadığını
bilmemiz gerekir. Çünkü Peygamber (s.a) bütün müslümanları gayretli
olmak ve izzetli bir nefse sahib olma esası üzere eğitmiştir. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Yukarıdaki el, aşağıdaki elden hayırlıdır.
Yukarıdaki el infak eden eldir, aşağıdaki el ise dilenen eldir."(2)
Bu vesile ile vaktiyle bazı zahid ve sufiler ile alakalı okumuş olduğum
bir hususu hatırlatmak isterim. -Bu alanda sözü fazla uzatmak
istemiyorum. Çünkü onların kıssaları pek çok ve acaibtir-:
İddia ettiklerine göre onlardan birisi yanına azık almaksızın seyahate
çıkmış, nerdeyse açlıktan ölecek hale gelmiş. Uzaktan ona bir köy
görünmüş, oraya gitmiş. O gün cuma günü imiş. O kendi kanaatine göre
Allah'a tevekkül eden birisi olarak yola çıktığı için kendince
tevekkülünü bozmamak maksadıyla da mescidde bulunan kalabalığa
kendisini göstermemiş. Bunun yerine kendisini kimse görmesin diye
minberin altında gizlenmiş. Fakat içten içe de: ‘keşke birisi beni
farketse’ diye düşünüyormuş. İşte hatib hutbesini verdi, kendisi de
cemaatle birlikte namaza durmadı. İmam hutbe ve namazını bitirdikten
sonra insanlar da grublar halinde teker teker mescidin kapılarından
çıkmaya başlamış. Nihayet adam mescidde kimse kalmadığını ve artık
kapıların kapatılma zamanı geldiğini anlamış. Yiyeceği, içeceği
olmaksızın mescidde tek başına kalacağını farketmiş. Orada bulunanlara
varlığını isbat etmek için öksürür gibi yapmaktan başka bir çare
bulamamış. İnsanlardan birisi oraya dikkat etmiş ve açlıktan,
susuzluktan bir deri, bir kemiğe dönmüş olduğunu görmüşler. Onu
almışlar ve gereken yardımlarda bulunmuşlar.
Sonra ona: Sen kimsin be adam? diye sormuşlar.
O: Ben Allah'a tevekkül eden zahid birisiyim, demiş. Diğerleri: Sen az
kalsın öleceksin. Nasıl olur da Allah'a tevekkül ettiğini söylüyorsun.
Eğer Allah'a tevekkül eden birisi olsaydın, kimseden bir şey istemezdin
ve öksürerek varlığını kimselere de hissettirmezdin; ta ki sonunda
günahın sebebiyle ölüp gidecektin.
İşte bu "Kur'ân'dan dilediğini, dilediğin için al" şeklindeki bu
hadisin ve benzerlerinin kişiyi nerelere kadar götüreceğine dair bir
örnektir.
Hulâsa, bu hadisin aslı, astarı yoktur.
SORU 2: Muhterem hocam, Kur'anniyyûn (Kur'ân'ın herşeylerine yeterli
olduğunu kabul edenler) şöyle der: Yüce Allah: "İşte Biz herşeyi gereği
gibi açıkladık." (el-İsra, 15-12) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde
de: "Biz o kitabta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'âm, 6/38)
diye buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a) da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bu
Kur'ân'ın bir ucu Allah'ın elinde, diğer bir ucu sizin elinizdedir. Ona
sımsıkı sarılınız, sizler ondan sonra ebediyyen sapmayacak ve asla
helak olmayacaksınız."(1) Siz saygıdeğer hocamızdan bu hususta bizlere
gerekli açıklamaları yapacağınızı ümit ediyoruz.
CEVAP: Yüce Allah'ın: "Biz o kitabta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."
buyruğunu ele alalım. Bu âyet-i kerimede sözü edilen "kitab"dan kasıt
Levh-i Mahfuz'dur. Kur'ân-ı Kerim demek değildir. Yüce Allah'ın:"Biz
herbir şeyi iyiden iyiye açıkladık." buyruğuna gelince, sizler
Kur'ân-ı Kerim'e dair az önce yapılan açıklamaları da ekleyecek
olursanız, işte o vakit yüce Allah'ın herbir şeyi gereği gibi açıklamış
olduğunu da anlamış olursunuz. Fakat buna bir hususu daha eklemek
gerekir. Siz de biliyorsunuz ki, açıklama kimi zaman genel bir çerçeve
çizilerek yapılır. Altına çokluklarından dolayı tek tek sayılmalarına
imkan olmayan pekçok cüz'î hususun kaydedilebileceği genel birtakım
kaideler koymakla yapılabilir. Şarî-i Hâkim bu pekçok cüz'î hususlar
için bilinen pekçok kaide koymakla bu âyet-i kerime'nin anlamı da
açıklık kazanmış olmaktadır.
Kimi zaman da bu açıklama geniş ve etraflı açıklamalarla yapılır ki, bu
âyet-i kerime'den hatıra ilk gelen de odur. Nitekim Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size emredip de, benim size emretmediğim
hiçbir şey bırakmadım. Allah'ın size yasaklayıp da benim size
yasaklamadığım hiçbir şey bırakmadım."(2)
O halde açıklama kimi zaman kapsamına pekçok cüz'î hususun girdiği
kaideleri ortaya koymakla, kimi zaman da bu kaidelerden herhangi
birisine başvurmaya gerek bırakmayacak şekilde ibadet ve hükümlerin
yeterince açıklanmasıyla olabilmektedir.
Kapsamına pekçok fer'î hususun girdiği ve böylelikle İslamın büyüklüğü
ve İslamın teşrî'deki çerçevesinin genişliğinin ortaya çıktığı
kaidelerden bir kısmına Peygamber (s.a)'ın bazı hadislerini örnek
olarak verelim:
"Zarar ve zarara zararla karşılık vermek yoktur."(3)
"Sarhoşluk veren herşey hamrdır ve her hamr haramdır."(4)
"Her bid'at bir dalâlet (sapıklık)dır ve her dalâlet te ateştedir."(5)
İşte bunlar öyle birtakım kaideler ve genel kurallardır ki; birinci
hadiste ister can ile ister mal ile ilgili hiçbir zarar bunun dışında
kalmamaktadır. İkinci hadiste ise sarhoşluk veren herşey ile
alâkalıdır. Sarhoşluk veren bu madde ister meşhur olduğu üzere üzümden
elde edilmiş olsun, ister mısır yahut darıdan, isterse başka herhangi
bir maddeden elde edilmiş olsun. O sarhoşluk veriyorsa haramdır.
Üçüncü hadiste de aynı durum sözkonusudur. Bid'atler pekçok olduğundan
ötürü onları sınırlandırmaya ve tek tek saymaya imkan yoktur. Bununla
birlikte bu hadis-i şerif oldukça veciz olmakla birlikte çok açık bir
şekilde: "Herbir bid'at sapıklıktır ve herbir sapıklık ateştedir"
demektedir.
İşte bu bir açıklama tarzıdır. Ancak kaidelerle açıklamadır.
Bildiğiniz hükümlere gelince, bunlar çoğunlukla tek tek sünnette ele
alınıp açıklanmış, bazan da mesela miras hükümleri gibi olanları
Kur'ân-ı Kerim'de zikredilip açıklanmıştır.
Anılan hadis-i şerife gelince; sahih bir hadistir. Bu hadis ile amel
etmek ve ona sımsıkı sarılmak imkânımız vardır. Nitekim bir başka
hadiste şöyle denilmektedir: "Ben aranızda iki şey bırakıyorum. Onlara
sımsıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmayacaksınız. Allah'ın kitabı ve
Rasûlünün sünneti."(6)
Buna göre elimizde bulunan Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, ancak
Kur'ân-ı Kerim'i açıklayan sünnet gereğince amel etmekle gerçekleşir.
SORU 3: Kimisi şöyle diyor: Eğer hadis bir âyet ile çelişecek olursa
sıhhat derecesi ne olursa olsun merduttur. Buna örnek olarak ta:
"Şüphesiz ki ölü, yakınlarının kendisi için ağlaması sebebiyle
azablandırılır"(1) hadisini örnek göstermekte ve Âişe (r.anhâ)'nın bu
hadisi yüce Allah'ın: "Hiçbir günah yüklenen kimse bir başka
yüklenicinin yükünü çekmez." (Fatır, 35/18) buyruğunu delil göstererek
reddedişini delil göstermektedirler. Böyle diyenlere nasıl cevab
verilebilir?
Bu hadisin reddedilmesi sünnetin Kur'ân ile reddedilmesi
problemlerinden birisidir. Aynı zamanda bu, bu çizginin sapma
gösterdiğini ortaya koymakmaktadır.
Bu hadise, özellikle de Âişe (r.ânha)'nın hadisine sarılanlara verilecek cevaba gelince:
1- Hadis bakımından: Bir defa bu hadisi şu iki sebeb dolayısıyla hadis bakış açısı ile reddetmeye imkân yoktur:
a- Bu hadis İbn Ömer (r.a)'dan sahih bir senet ile gelmiştir.
b- Bu hadisi tek başına İbn Ömer rivayet etmemiştir. Bu hususta Ömer b.
el-Hattab ta ona tabidir. Ayrıca Ömer ve onun oğlu da bu hadisi tek
başlarına rivayet etmemişlerdir. Bu hususta Muğire b. Şube de onlara
tabidir. Şu anda hatırladığım kadarıyla bu üç sahabeden gelen
rivayetler Buhari ile Müslim'de vardır.
Bir kimse bu hadis hakkında özel olarak araştırma yapacak olursa bu
hadisin başka yollardan da geldiğini görür. Bu üç hadisin tamamı da
senedleri itibariyle sahih hadislerdir. Bunlar sadece Kur'ân ile
çatışma (teâruz) halindedir, iddiasıyla reddolunamazlar.
İkinci olarak; bu hadisin yorumlanması açısından cevap verilebilir. Bu
hadisi ilim adamları iki şekilde yorumlamış bulunmaktadır.
Birinci şekil:
Bu hadis hayatta iken aile halkının ölümünden sonra şeriata aykırı
birtakım işler yapacaklarını bilen, buna rağmen onlara öğüt vermeyen,
kendisi için ağlamamalarını tavsiye etmeyen ölü hakkındadır. Çünkü
böyle bir ağlama ölenin azablandırılmasına sebeptir. "el-Meyyit: Ölen"
lafzının başındaki "el" takısı burada istiğrak ve kapsamlılık bildirmek
için değildir. Yani hadis, her ölen aile halkının kendisi için
ağlamaları dolayısıyla azab görür, anlamına gelmez. Buradaki "el"
takısı ahd içindir. Yani vefatından sonra şeriata aykırı birtakım işler
yapmamalarını ailesine öğütlemeyen ölü hakkındadır. İşte aile halkının
kendisi için ağlaması dolayısıyla azablandırılacak olan ölü budur. Öğüt
vermek görevini ve kendisi için ağıt yakmamaları, özellikle böyle bir
zamanda işlenen münker işleri yapmamalarını söyleyerek şer'î vasiyet
görevini yerine getiren kimse ise azablandırılmaz. Vasiyet etmez ve
öğüt vermezse azablandırılır.
İşte bilinen ve ünlü birçok ilim adamının yaptığı birinci tür açıklama
şeklinden anlamamız gereken budur. Nevevi ve benzerleri böyle
açıklamışlardır. İşte bu açıklamayı öğrenmiş olduğumuza göre artık bu
hadis ile yüce Allah'ın: "Günahkâr hiçbir nefis başkasının günahını
yüklenmez." (el-En'âm, 6/164) buyruğu arasında herhangi bir çatışma
(teâruz) olmadığı da ortaya çıkar. Çatışma "el-meyyit" lafzının
başındaki "el" takısının istiğrak ve kapsamlılık ifade ettiğinin kabul
edilmesi halinde sözkonusudur. Yani ölen herkesin azab göreceği
anlamında kabul edilirse, o vakit hadisi açıklamak müşkil bir hal alır,
âyet-i kerime ile çatışma arzeder. Şâyet az önce açıkladığımız anlamı
bilecek olursak o vakit herhangi bir çatışma (teâruz) veya müşkil
(izahı zor durum) sözkonusu olmaz. Çünkü azab gören kimse ancak öğüt ve
vasiyet görevini yerine getirmemekten dolayı sözkonusu olur. İleri
sürülen teâruzu bertaraf etmek için bu hadis ile ilgili uygun bir
açıklama şekli budur.
2- İkinci şekle gelince: Bu da merhum Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin
bazı eserlerinde sözkonusu ettiği şekildir. Buna göre burada azab,
kabir azabı yahutta âhiretteki bir azab demek değildir. Buradaki azabın
anlamı, acı çekmek ve üzülmek demektir. Yani ölen kimse aile halkının
kendisi için ağladıklarını duyduğu vakit, onun için üzülmelerinden
ötürü o da üzülür, kederlenir.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye böyle demiştir. Ancak bu açıklama sahih bir açıklama olsa şüphenin kaynağını kurutur.
Fakat ben şöyle diyorum: Böyle bir açıklama iki önemli gerçek ile
çatışma halindedir. Bundan dolayı bizim hadisin birinci tür
açıklamasını dayanak almaktan başka çaremiz yoktur:
Birinci gerçek: Az önce kendisine işaret ettiğim Muğire b. Şûbe'nin
rivayet ettiği hadiste sözkonusu azabın acı çekmek anlamında olmadığını
ortaya koyan bir fazlalık ihtiva etmektedir. Bu fazlalığa göre burada
sözü geçen azab hatıra ilk gelen anlamıyla azabtır. Yani cehennem ateşi
azabıdır. Yüce Allah'ın affetmesi hali elbette müstesnâdır. Nitekim
yüce Allah'ın şu buyruğunda açıkça görüldüğü gibi: "Doğrusu Allah
kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da
dilediğine bağışlar." (en-Nisa, 4/48)
Muğire'nin rivayetinde şu fazlalık vardır: "Şüphesiz ölen kimse kıyamet
gününde aile halkının ağlaması sebebiyle azab görecektir." İşte bu
ifade, ölen kimsenin kıyamet gününde aile halkının kendisi için
ağlamalarından ötürü azab göreceği hususunda açıktır. Bu azab kabirde
olmayacaktır. İşte İbn Teymiye'nin acı ve kederle açıkladığı da budur.
İkinci gerçek, ölü ruhunu teslim ettikten sonra etrafında olup biten
hiçbir şeyi hissetmez. Bu yapılanlar ister hayır, ister kötülük olsun.
Nitekim kitab ve sünnetten deliller de bunu göstermektedir. Ya bütün
ölüler için yahutta bazıları için bir kaide durumunda olan bazı
hadislerin sözkonusu ettiği özel bazı haller müstesnâdır. Meselâ, bu
gibi hallerde yüce Allah ölülere kendisi sebebiyle acı çekecekleri bazı
şeyleri işittirmiştir.
Birinci türden olanlara örnek olarak Buhari'nin Sahih'inde rivayet
ettiği Enes b. Malik (r.a) yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir:
Rasûlullah (s.a) buyururyor ki: "Kul kabrine yerleştirildikten ve
cenazesiyle birlikte gelenler geri döndükten sonra -henüz o onların
ayak seslerini duymakta iken- ona iki melek gelir..."(2) Bu sahih
hadiste ölenin defnedilmesi ve insanlar onu bırakıp geri döndükleri
sırada özel bir duyması tesbit edilmektedir. Yani melekler kabirde
öleni otturtuklarında ona ruh tekrar iade edilir. İşte o bu halde
gidenlerin ayak seslerini duyar. Hadis açıktır ki; bu ölen kişinin de,
bütün ölenlerin de ruhlarının kendilerine iade edildiğini ve onların
diriltilecekleri güne kadar kabirleri arasında gidip gelenlerin ayak
seslerini duymaya devam edeceklerini ifade etmemektedir.
Bu özel bir durumdur ve ölenin özel bir duyma şeklidir. Çünkü bu
durumda ruhu ona iade edilmiş olur. İşte o vakit İbni Teymiye'nin
yaptığı açıklamayı kabul edecek olursak, ister defninden önce naaşı
çerçevesinde, ister kabrine konulmasından sonra etrafında olup
bitenleri hissetmesi sınırlarını genişletmiş oluruz. Bu da onun hayatta
olanların kendisi için ağladıklarını duyması anlamına gelir. Bunu kabul
etmek için ise bir nassa ihtiyacımız vardır. Böyle bir nas da yoktur.
Bu bir.
İkinci husus: Kitabın ve sahih sünnetin bazı nassları ölülerin birşey
duymadıklarını ortaya koymaktadır. Bu oldukça uzun bir konudur; fakat
ben bu hususta sadece bir hadis zikredeceğim ve bu soru ile ilgili
cevabı bitireceğim. Sözkonusu hadis Peygamber (s.a)'ın şu buyruğudur:
"Şüphesiz yüce Allah'ın yeryüzünde gezgin melekleri vardır. Onlar
ümmetimden bana selamı ulaştırırlar."(3)
Peygamber efendimizin "gezgin melekler" ifadesi oturup kalkılan
meclisleri dolaşanlar demektir. Peygamber (s.a)'a bir müslüman salavât
getirdiği her yerde, o müslümandan salavâtı Peygambere ulaştırmakla
görevli bir melek vardır. Eğer ölüler işitselerdi elbetteki bu ölüler
arasında işitmeye en layık olan Peygamber efendimizdir. Çünkü yüce
Allah ona ayrı bir fazilet vermiş, bütün peygamberler, rasûller ve
âlemlerin üstünde ona ayrı özellikler vermiştir. Eğer ölen bir kimse
olup biteni duysaydı Rasûlullah (s.a) duymalıydı. Diğer taraftan
Peygamber eğer ölümünden sonra bir şey duysaydı, ümmetinin ona
getirdiği salât ve selâmı duymalıydı.
İşte buradan Peygamberden değil rasûl, nebî ya da salih kimselerden
onlardan daha aşağı mertebede olanlardan yardım ve imdat dileyenlerin
ne kadar hatalı, hatta sapık olduklarını anlamaktasınız. Çünkü
böyleleri eğer Rasûlullah (s.a)'dan yardım dileyecek olsalar o dahi
onların bu isteklerini duyamaz. Nitekim Kur'ân'ın açık ifadeleri de
bunu göstermektedir: "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin
gibi kullardır." (el-A’râf, 7/194); "Onlara dua etseniz, dualarınızı
işitmezler..." (Fâtır, 35/14)
O halde ölüler, ölümlerinden itibaren hiçbir şey duymazlar. Az önce
sözünü ettiğimiz ölenin ayak seslerini duyması halinde olduğu gibi özel
birtakım meselelere dair nass ile açıklanmış olan haller müstesnâ.
Böylelikle bu soruya dair cevabımız da burada sona ermektedir.
SORU 4: Teypte Kur'ân-ı Kerim okunuyorken hazır bulunanların bir kısmı
da konuştuklarından dolayı Kur'ân'ı dinlemiyor iseler, dinlememelerinin
hükmü nedir ve hazır olanlardan herhangi bir kimse yahutta teybi açan
kişi günah kazanır mı?
CEVAB: Bu meseleye verilecek cevab teyibten Kur'ân okunan meclisin
farklılığına göre değişik olabilir. Eğer meclis ilim, zikir, tilavet ve
Kur'ân okunan bir meclis ise bu durumda okunan Kur'ân-ı Kerim'e
tamamıyla kulak vermek, dinlemek gerekir. Bunu yapmayan kişi yüce
Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'deki:"Kur'ân okunduğu vakit ona kulak verin ve
dinleyin. Olur ki merhamet olunursunuz." (el-Araf, 7/204) buyruğuna
muhalif hareket etmiş olacağından ötürü günahkardır.
Şâyet meclis ilim, zikir ve Kur'ân okunan bir meclis değil de sıradan
bir meclis ise mesela insanın evde çalışması yahut dersini tekrarlaması
ya da mütalâada bulunması gibi bir halde bulunuluyor ise bu durumda
esasen teyibin açılması ve evde ya da mecliste bulunan diğerlerine ses
ulaşacak şekilde sesin yükseltilmesi caiz değildir. Çünkü bu gibi
kimseler bu durumda Kur'ân'ı dinlemekle yükümlü değildirler. Çünkü
onlar bu maksatla oturmamışlardır. Bu durumda sorumlu olan kişi teyibin
sesini yükselten ve onun sesini başkalarına işittirendir. Çünkü bu
durumda o kişi başkalarını zora sokmakta, onları böyle bir durumda,
böyle bir dinlemeye hazır olmadıkları bir halde Kur'ân dinlemeye
zorlamaktadırlar.
Buna en uygun örneklerden birisi de şudur: Herhangi bir kimse yolda
giderken ya satıcısından yahutta hazır yiyecek satıcısından veya kaset
satıcısının yanından geçerken Kur'ân sesinin yolun her tarafına
yayıldığını görürsünüz. Nereye giderseniz bu sesi duyarsınız. Acaba
herkes yolunda giderken yolda yürüyenlerin hepsi uygun olmayan bu yerde
okunan bu Kur'ân-ı Kerim'e kulak vermekle yükümlümüdürler? Hayır.
Sorumlu kişi insanları böyle bir zor durumda bırakan ve onlara Kur'ân
sesini işittiren kimsedir. Bu da ya ticaret yahutta insanların
dikkatini çekmek için yapılan veya buna benzer maddi herhangi bir
menfaat için yapılan bir iştir. O halde bunlar -bazı hadislerde(1) de
geçtiği üzere- Kur'ân-ı Kerim'i bir çeşit çalgı gibi kullanmış
olmaktadırlar. Ayrıca bunlar yahudi ve hristiyanların yolundan başka
bir yolla Allah'ın âyetlerini az bir bedel karşılığında satan kimseler
de oluyorlar. Yüce Allah ise onlar hakkında:"Onlar Allah'ın âyetlerini
az bir bedele sattılar." (et-Tevbe, 9/9) diye buyurmaktadır.
SORU 5: Şanı yüce Allah kendi zatı hakkında haber verirken:"Onlar hile
yaptılar. Allah da hilekârlıklarına karşılık verdi. Allah hileye
karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Al-i İmran, 3/54) diye
buyurmaktadır. Bazı kimselerin aklı bu âyet-i kerime'nin zahirini
anlamakta zorlanabilirler. Bizim tevile ihtiyacımız bulunmadığına göre
acaba Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısı nasıl olabilir?
CEVAB: Konu Allah'ın lutfuyla kolaydır. Çünkü bizler hile (mekr)in mekr
olmak bakımından her zaman için kötü olmakla nitelendirilemeyeceğini
biliyoruz. Hile (mekr) her zaman ve ebediyyen hayır ile de
nitelendirilemez. Nice kâfir vardır ki müslüman kimseye hile yapmakta
tuzak hazırlamaktadır fakat bu müslüman akıllı, kavrayışlı olduğundan
saf ve belki ahmak bir kimse hiç olmadığından ötürü hasmı olan kâfirin
hilelerine karşı daima uyanıktır. O bakımdan o kimseye karşı daima onun
hilelerine zıt hilelerini boşa çıkartacak şekilde davranışlarda
bulunur. Öyle ki sonuçta bu müslüman güzel karşılıklarıyla kâfirin kötü
hilelerini boşa çıkarmış olur. Bu durumda acaba bu müslüman kâfire
karşı hile yaparken meşru olmayan bir iş yaptığını söyleyebilir miyiz?
Böyle bir şeyi hiç kimse söylemez.
Peygamber (s.a)'ın: "Harb hud'a (hile)dır."(1) buyruğundan bu gerçeği
anlamanız kolay bir iştir. Bu durumda hud'a (hile) hakkında
söylenebilecekler aynen mekr (hile, tuzak) hakkında da söylenebilir.
Buna göre müslümanın, müslüman kardeşine karşı hud'a (hilekarlık)
yapması haramdır fakat müslümanın Allah'ın ve Rasûlünün düşmanı olan
kâfire karşı hile yapması haram değildir. Hatta bu vacibtir. Aynı
şekilde müslümanın kendisine karşı hile yapmak ve tuzak kurmak (mekr
etmek) isteyen kâfire karşı onun mekrini boşa çıkartacak şekilde
hileler düzenlemesi güzel bir mekrdir. Bu örnekte her iki taraftakiler
de insandır.
Peki kadir, alîm ve hakîm olan alemlerin Rabbi hakkında ne diyebiliriz?
İşte onun bütün mekredicilerin mekrini boşa çıkardığını görürüz. Bundan
dolayı yüce Allah:"Allah mekredenlerin (hilelere karşılık verenlerin,
hileleri boşa çıkartanların) en hayırlısıdır." diye buyurmuştur. Yüce
Rabbimiz kendi zatını bu sıfat ile nitelendirmekle dikkatlerimizi şuna
çekmektedir: Mekr insan tarafından yapılacak olsa dahi her zaman
yerilecek bir şey değildir. Çünkü yüce Allah: "Mekredenlerin hayırlısı"
diye buyurmuştur. O halde bir tarafta hayır ile mekr yapan vardır,
diğer taraftan şer ile mekr yapan vardır. Hayır ile mekr yapan
yerilmez. Yüce Allah da buyurduğu gibi:"O mekr yapanların
hayırlısıdır." Özetle diyoruz ki: Hatırına her ne gelirse gelsin,
Allah senin hatırına gelenden farklıdır. İnsan yüce Allah'a yakışmayan
bir hususu vehmedecek olursa baştan hata ettiğini bilmelidir. İşte bu
âyet-i kerime aziz ve celil olan Allah'a bir övgüdür. Burda şanı yüce
Allah'a nisbeti caiz olmayan herhangi bir hususta sözkonusu değildir.
_______________
О те, которые уверовали! Оберегайте себя и свои семьи от Огня, растопкой которого будут люди и камни. Над ним есть ангелы суровые и сильные. Они не отступают от повелений Аллаха и выполняют все, что им велено.(Сура ат-Тахрим, 6 аят)